Son otuz yıldır, yaklaşık 50.000 kişinin ölümüne neden olan bir savaş ortamında yaşıyoruz. Bazılarına göre “düşük yoğunluklu” olan bu savaşın açtığı yaralar, yaşattığı acılar, toplumsal gündemimizin hep ön sıralarında yer almakta. İnsanların, “biz” ve “ötekiler” olarak damgalandığı, birbirleriyle savaşan tarafların olduğu ortamlarda, şiddetin, savaş alanlarının dışına taşıp tüm toplumsal ilişkileri etkilemesi kaçınılmazdır. Şiddet ve ölüm kültürünün hüküm sürdüğü toplumlarda ise, kadın ve çocukların evlerde, öğrencilerin okullarda, halkın sokaklarda, karakollarda daha çok şiddet göreceği, kısaca yaşamın her alanında şiddetin azgınlaşacağı bilinen bilimsel bir gerçektir. Onlarca yıldır şiddet sarmalının girdabında çırpınan ülkemizde, gündelik yaşamda şiddetin nasıl hızla artıp yaygınlaştığını hepimiz yaşayarak görüyoruz.
Savaş, biz hekimler için parçalanmış bedenler ve ruhlar demektir. Bizler savaşın genellikle toplumdan gizlenen en ürkütücü ve dayanılmaz yüzüne, acil servislerde, hastane odalarında, otopsi salonlarında mesleğimiz gereği son otuz yıldır tanıklık ediyoruz. Ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı hekimler olarak ise savaşın acımasız şiddetinin yol açtığı ruhsal yaraların derinliğinin en yakın tanıklarıyız. Savaşın doğrudan ve dolaylı mağdurlarıyla, onların çaresizliklerini, söze dökülemez korku ve dehşetlerini, dizginlenemez öfkelerini, derin yalnızlıklarını, umarsız yaslarını yıllardır konuşmaya çalışıyoruz. Ancak görüyoruz ki yeni ölüm ve kayıplar yeni ruhsal yaralar açtığı gibi eski yaraları da tekrar kanatıyor.
Ruh hekimleri olarak, şiddetin hüküm sürdüğü, yaralı ruhlar üreten sağlıksız bir toplumsal ortamda, tek tek bireyleri, her şeye rağmen sağaltmaya çalışıyoruz. Ancak onları hasta eden sağlıksız toplumsal ortamın iyileştirilmesi için mücadele etmenin de temel bir mesleki sorumluluğumuz olduğunun bilincindeyiz. Bu sorumluluğun gereği olarak, yükselen şiddet sarmalına karşı toplumun tüm kesimlerini harekete geçmeye çağırıyoruz. İnanıyoruz ki gelecek kuşaklar bu savaşı başlatan ve bitiremeyen bizleri ayıplayacaklardır. Varoluşlarını bu anlamsız savaşta bulan, şiddeti, haklı haksız vb. ayrımlarla veya çeşitli bahanelerle bir çözüm yolu olarak öneren çevrelere verilebilecek en güzel yanıt, bir yönetme aracı veya hak arama yöntemi olarak şiddetin, toplumun geniş kesimlerince kökten reddedilmesidir.
Bu ülkenin tüm farklı unsurları her şeye rağmen bir gün eşit ve özgür olarak bir arada yaşayabilecekleri umudunu koruyorlar. Bu toprakların kadim kültürlerinden beslenen halklar birlikte yaşayarak tanımışlar birbirlerindeki iyiliği ve her şeye rağmen unutmuyorlar. Dünyayı siyah-beyaz görmeyen bu insanlar, birbirlerine öfkelenseler, kırılsalar, sitem etseler de, hala bir arada yaşama arzusu ve ortak bir gelecek umudu taşıyorlar. Bunları birinci elden biliyoruz. Çünkü onların, yani bu anlamsız savaşta ruhları yaralanmış hem de en derinden yaralanmış olanların birçoğunun sırdaşıyız biz, onlar, topluma hatta en yakınlarına bile gösteremedikleri yaralarını biz ruh hekimlerine gösterirler.
Savaşın, toplumu kutuplaştırıp, farklı kesimleri karşılıklı nefret ve düşmanlığa sürüklediği dönemlerde, her iki taraftan mağdurlar ve bütün kötülükleri “ötekilere” boca edip kendilerini temizlemek isteyenler, kolayca öfke ve nefret seline kapılıp şiddete sürüklenebilirler. Dayanılmaz acılar, kayıplar yaşayan insanlar, intikam ve misillemeci duygularla davranarak “ötekileri” kendilerine yapıldığı gibi örselemek isteyebilirler. Son aylarda ülkemizde yaşanan yoğun şiddet, yukarıdaki duygularla hareket edenlerin sayısını ne yazık ki arttırmakta. Böyle dönemlerde en önemli risk, toplumda, duygularıyla arasına mesafe koyabilenlerin, bir adım geriye çekilip öfke dolu kendisine ve “düşman ötekilere” dışarıdan bakabilenlerin sayılarının ve etkilerinin çok azalmasıdır.
Bizler ruh hekimleri olarak mesleğimiz gereği duygularla çalışırız. Ötekinin talep, düşünce ve duygularını anlamaya çalışırken, kendi karşı duygu, düşünce ve taleplerimizi yönetmemiz gereklidir. İyileştirme işlevimizi yerine getirirken dinleyip tanık olduklarımızdan kaynaklanan öfkeden, elemden, kaygıdan ruhumuz alt üst olsa da, kendi duygu ve düşüncelerimizi ve bizde bu duygulara neden olan “ötekinin” duygu ve düşüncelerini üçüncü gözümüzle görmeye, kulağımızla dinlemeye, anlamaya çalışırız. İyileştirici olabilmek için böyle davranmamız gerektiğini, aksi durumda, denetimsiz duyguların girdabında hem kendimize hem de yardım arayışında olana zarar vereceğimizi biliriz.
Siyaset kurumunun da toplumsal duygu yükselmeleri ve hak talepleri karşısında benzer bir konum, işlev ve sorumluluğa sahip olduğunu düşünüyoruz. Başta iktidar partisi ve hükümet olmak üzere parlamentoda bizleri temsil eden tüm parti ve siyasetçileri, savaş alanından bir adım geri çekilerek derin bir soluk almaya ve bu anlamsız savaştaki rollerine üçüncü gözleriyle bakmaya yani “akil” siyasetçiler olmaya çağırıyoruz.
TPD MYK