“…Seni gelince görmeye, çıkartıyorlar üstümüzdekileri, zor değil hastalığımızın nedenini anlamak, şöyle bir bak üstümüze başımıza, o saat öğrenirsin her şeyi. Çünkü elbiselerimizi yıpratan neyse, odur vücudumuzu da yıpratan. Rutubetten, diyorsun, vücudunuzdaki ağrı. Duvarlarımızdaki leke de ondan. Söyle öyleyse bize: Rutubet nerden?...” Bertolt Brecht (Çeviren: A. Kadir)
Dünya genel olarak her geçen yıl zenginleşse de birçok insan temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamadan hayatlarını sürdürmektedir. Yoksulluk; insanların temel gereksinimlerini karşılayamama durumu olarak tanımlanmaktadır. Dünyanın en zengin yerleşim bölgelerinden Avrupa’da bile temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanların genel nüfusa oranı %17’dir. Sosyal dışlanma; eşitsizlik, güvencesizlik ve dengesizliğe yönelik yeni bir kavramdır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, kültürel ve davranışsal boyutları olan; nesnel olduğu kadar öznel değerlendirmelere de açık bir süreç olup, belirli kesimlerin toplumsal bütünden ve sermaye birikim sürecinin dışında kalarak, gelir dağılımından kendisinin ekonomiye yaptığı katkı doğrultusunda yararlanamamasıdır. Birey ve grupların çeşitli özellikleri nedeniyle yaşadıkları toplumun sosyal hayatının dışında bırakılmaları, toplumda yaşayan diğer yurttaşların yararlandığı temel haklardan yoksun bırakılmalarıdır. Sosyal dışlanmaya uğrayan birçok grup aynı zamanda yoksul kalmaktadır. 2010 yılında Avrupa Birliği yılın temasını “Yoksulluk ve sosyal dışlanma ile mücadele” olarak ilan etmiş ve tüm üye ülkelerde yoksulluğa karşı etkinlikler, kampanyalar ve projeler düzenlenmesi planlanmıştır.
Yoksulluk araştırmalarında kullanılan iki temel kavram “açlık sınırı” ve “yoksulluk sınırı”dır. Açlık sınırı kavramı; kişinin yaşamı için gerekli temel besin maddelerini karşılayamamasıyken, yoksulluk sınırı; temel besin maddelerini sağlasa da, barınma, ulaşım, haberleşme, giyim ve temizlik gibi yaşamı sürdürmenin temel alanlarında kişilerin gereksinimlerini sağlayamamasıdır. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 2008 yılında hazırlanan “Tüketim Harcamaları, Yoksulluk ve Gelir Dağılımı” raporuna göre; 2006 yılında Türkiye nüfusunun % 0.74’ü açlık sınırının, % 17.84’ü ise yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürmektedir. TÜİK’in 2009 yılında uluslar arası ölçütleri kullanarak yaptığı “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması” sonuçlarına bakıldığında ise Türkiye’de yoksulluk oranı %15,4 (10,5 milyon kişi)’ tür.
Bir ülkenin iktisadi gelişiminden farklı olarak yoksullukla ilgili temel göstergelerinden biri gelir dağılımıdır; ülkenin toplam gelirinin vatandaşlar arasında nasıl dağıldığına dair veriler yoksullukla mücadele içinde önemlidir. 2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi tarafından hazırlanan “Türkiye’de Eşitsizlikler: Kalıcı Eşitsizliklere Genel Bir Bakış” çalışmasının raporunda aktarılanlara göre: 2008 yılında OECD tarafından hazırlanan “Eşitsizlik Artıyor mu? OECD Ülkelerinde Gelir Dağılımı ve Eşitsizlik” raporunda 1980’lerden 1990’lara kadar Türkiye’de en yüksek gelir grubunun gelirinin yükseldiğini, en düşük gelir grubunun gelirinin en çok düştüğü 3’ncü OECD ülkesi olduğunu ve orta gelir gruplarının da gelirinin düştüğü bildirilmektedir. 1990-2000 arasında orta gelir grubunun üst gelir grubu karşısındaki göreceli durumu bir miktar düzelirken, en yoksul kesimler daha da yoksullaşmıştır. Aynı rapora göre 2000’li yılların ortalarında Türkiye 30 ülke arasında Meksika’dan sonra gelir dağılımının en eşitsiz olduğu 2’nci ülke olmaktadır. 2003 yılında ülkemizdeki %20’lik en alt gelir grubunun, % 20’lik en üst gelir grubuna oranının neredeyse 1/10 olduğu görülmektedir. 2006 da bu aran 8 kata düşmektedir. Türkiye’nin gelirinin %47’si en zengin %20’nin elindedir.
Yoksulluğun ruh sağlığını olumsuz etkilediği bilinmektedir. Psikiyatri araştırmalarında yoksulluğun göstergesi olarak sosyoekonomik düzey, sosyal sınıf ve düşük yaşam standardı parametreleri kullanılmaktadır. Yoksulluk ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişki ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile ilişkili değildir. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü 2001 yılı verilerine göre Etiyopya, Finlandiya, Almanya, Hollanda, Amerika Birleşik Devletleri ve Zimbabwe’de gelir düzeyi düşük olan bireylerde yüksek gelir düzeyine sahip olanlara göre 1,5-2 kat daha fazla depresyon gözlenmektedir. Brezilya’da okur-yazarlık, eğitim, meslek, gelir durumu, yaşanılan evin koşulları gibi yaşam standartlarını belirleyen parametrelerle sık ruhsal bozukluklar arasındaki ilişki araştırıldığında; hem eğitim düzeyinin düşüklüğü hem de gelir düzeyinin düşüklüğü 2,5’er kat ruhsal bozukluk sıklığını artırdığı saptanmıştır. İlker Belek tarafından ülkemizde yapılan ve 2000 yılında yayımlanan bir araştırmada ise, ruhsal sıkıntının sosyal sınıf, eğitim, gelir ve yaşanılan bölgenin gelişmişlik düzeyi ile ters ilişkili olduğu saptanmıştır.
Dünya üzerinde yoksulluğun en çok etkilediği gruplar kadınlar ve çocuklardır. Halen tüm toplumlarda kadınlar daha az eğitim almakta, okuma yazma öğrenmeleri engellenmekte, yoksulluğa mahkûm kılınmakta, aynı işi yaptıkları halde daha az para kazanmaya devam etmektedirler. Kadına yönelik ekonomik şiddet bireysel olduğu kadar, toplumsal olarak da sürdürülmektedir. Türkiye, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı “İnsani Gelişmişlik Raporu”’nda toplumsal cinsiyet eşitliği açısından 115 ülke içinde 109.sırada yer almaktadır. Bu raporda Türkiye’de kadınların kazandıkları gelirin erkeklerin kazandığının %26’sı olduğu görülmektedir. Kadınlar ve çocuklar Türkiye’de gelir dağılımı eşitsizliğinden en çok etkilenmekte olan gruptur. Yoksulluk kadın ve kız çocuklarının eğitim alması önünde de bir engel oluşturmaktadır.
Tüm dünyada gelir dağılımı eşitsizliğinden en çok etkilenen gruplardan biri de yaşlılardır. Yoksul yaşlılar hayatlarını daha erken yaşlarda kaybetmekte, geliri ve emekli maaşı olanlar ise daha uzun süre hayatta kalmaktadırlar. Türkiye’de de 66-75 yaş arasındaki yaşlıların genel gelir oranı toplumun genel gelir oranından düşüktür ve bu düşüş devam etmektedir.
Duygudurum bozuklukları içinde özellikle major depresyon sosyoekonomik parametrelerle ilişkilidir. Depresyon sıklığı giderek artmaktadır. Her 5 kadından biri her 7-8 erkekten biri yaşam boyu en az bir defa depresyon geçirmektedir. 2020 yılında Dünya Sağlık Örgütüne göre dünyada en acil sağlık sorunları içinde ikinci sıraya yükselecek olan depresyon düşük sosyoekonomik sınıflarda daha yaygın görünmektedir. Depresyonun kadınlarda erkeklerden iki kat sık görüldüğü bilinmektedir. Yoksulluğa ve özellikle kadın yoksulluğuna karşı alınacak etkin tedbirlerin hem bütün olarak duygudurum bozukluklarında ve kadın ruh sağlığında olumlu düzelmelere yol açacağı öngörülmektedir.
Yoksulluk ve şizofreni arasındaki ilişki de uzun yıllardır bilinmektedir. Yoksulluğun dolaylı göstergeleri olarak kabul edilebilecek; ailenin sınıfsal konumunun düşük olması, annenin vitamin depolarının yetersizliği, gebelik sırasında geçirilen viral enfeksiyonlar, hipoksiye neden olan doğum travması ve göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek gibi değişkenler araştırmalarda sık olarak sorgulanmıştır ve şizofreni oluşumu ile ilişkisi gösterilmiştir. Ancak bu ilişkinin neden mi yoksa sonuç mu olduğu yönünde farklı görüşler bulunmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalar yoksullukla ilişkili bu değişkenlerin şizofreniye neden olduğu yönünde kanıtlar sunmaktadır.
Yoksulluğun ruhsal sorunlara neden olduğu konusunda çok fazla veri bulunmaktadır. Bunun yanı sıra ruhsal soruna ya da sorunlara sahip olmanın da yoksullukla ilişkisi bulunmaktadır. Ruh sağlığı sorunu olan hastaların yoksulluk nedeniyle var olan ruhsal sorunlarına yönelik uygun tedavi girişimlerinden daha az yararlanabilmektedirler. Bu nedenle de hastalıklarının gidiş ve sonlanışı olumsuz etkilenmektedir. Örneğin yoksul olan şizofreni hastalarında iyileşme daha kötüdür, hastane yatış oranları ve yatış süreleri daha uzundur ve daha fazla sosyal yalıtılmışlık ve damgalama yaşamaktadırlar.
Ruhsal hastalıkları olan bazı kişiler toplumda damgalanmakta ve ayrımcılığa ve dolayısıyla sosyal dışlanmaya mahkûm edilmektedirler. Ruhsal hastalıkları nedeniyle bu kişiler çalışabilir durumda oldukları zaman bile çok daha az iş bulabilmekte, çalışamadıkları için yoksulluğa ve güvencesizliğe daha kolay maruz kalmaktadırlar.
Geçen Geçsin, Biz Ruhumuzdan Vazgeçmeyiz
Türkiye Psikiyatri Derneği (TPD) kurulduğu günden beri ülkemizin önemli ruh sağlığı sorunlarını, ruh sağlığı politikalarını ve ilişkili konuları siyasi iktidarların ve kamuoyunun gündemine taşımak amacıyla defalarca girşimler de bulunarak ve ruh sağlığını ve ruh sağlığı hizmetlerini toplumun tüm kesimlerinin öncelikli konusu yapmak, öncelikli bir konu haline getirmek için gereken çabaları sürdürmektedir.
Ülkemizdeki koruyucu ruh sağlığı ve ruh sağlığı tedavi hizmetlerinin yetersizliği göz önüne alındığında, ruh sağlığı hizmetinin birinci basamak sağlık kurumlarında bir kamusal hizmet olarak aygınlaştırılması, ücretsiz ve ulaşılabilir bir niteliğe kavuşturulması, bunun yanında“ruh sağlığının geliştirilmesini” sağlayan bir toplumsal sağlık projesinin yaşama geçirilmesinin gerekliliğini gösterdiği açıktır.
Ruh Sağlığının Toplumsal Boyutları
Ruh ve beden sağlığı bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Bedensel hastalıklar ciddi ruh sağlığı sorunları oluşturma riski taşımakla birlikte tedavi sürecide kişinin düşünce ve duyguları ile karşılıklı etkileşim içindedir. Ciddi bedensel hastalıklar insanda belirsizlik, gelecek endişesi, umutsuzluk; ağrı veya ameliyatla başa çıkma, tedaviye alışma, hastalığın yarattığı yeti yitimine uyum sağlama güçlüğü, başkasına bağımlı olma korkusu yaratır.
Öte yandan, ruh sağlığı genel sağlıkla bağlantılıdır. Ruhsal hastalığı olan kişilerde bedensel sağlığa yönelik olumsuz-zararlı davranışlar artar, ruhsal sorunlar ve stres diğer bazı bedensel hastalıklara zemin hazırlar ya da var olan bedensel hastalıkların gidişini kötüleştirir. Ruhsal hastalıklar kişinin gerçekle ilişkilerini bozacak derecede ağır akıl hastalıklarıyla sınırlı değildir. Hatta bu tür ağır hastalıklar bütün ruhsal sorunların küçük bir oranını oluşturur. Öte yandan söz konusu ağır ruhsal hastalıklar da günümüzde tedavi edilebilen hastalıklar kapsamındadır ve bu hastalığı olanların tedavi haklarını eksiksiz kullanmaları yönünden etkin bir toplumsal düzenlemeye gereksinim duyulmaktadır.
Ruhsal hastalıklar toplumun bütününü ilgilendirecek denli yaygın bir toplum sağlığı sorunudur. Ruhsal hastalıklar sık görülür. Sıklığı ve yaygınlığı giderek artmakta toplumun her kesimini etkilemektedir. Ruhsal hastalıklar tedavi edilmezlerse bireysel, toplumsal ve maddi kayba neden olmaktadır. Günümüzde insanların % 25’i- her dört kişiden biri- yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilenmektedir. Belli bir zaman diliminde nüfusun %10’unda ruhsal hastalık görüldüğü bildirilmektedir.
Bugün dünya üzerinde 450 milyonu aşkın insanın ruhsal sorunları olduğu, 20 milyonu aşkın kişinin de ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bilinmektedir. Birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran yaklaşık her dört kişiden birinin ruhsal sorunlar nedeniyle başvurduğunu ve yeterli tedavi hizmeti alamadığı bilinmektedir. Ruh sağlığı sorunu olanların en az bir yakını olduğu düşünülürse ruh sağlığı sorununun toplumun önemli bir kesimini, hatta tamamını doğrudan ilgilendirdiğini söylemek abartı sayılmamalıdır.
Ruh sağlığı sorunları yeti yitimine yol açar: Dünya Sağlık Örgütü’nün bir araştırmasına göre, dünyada yeti yitimine en çok yol açan 10 hastalıktan beşini ruhsal hastalıklar oluşturmaktadır. Bu hastalıklar sırasıyla Depresyon, Alkol kullanımı, Bipolar bozukluk, Şizofreni ve Obsesif Kompulsif Bozukluktur. Anksiyete bozuklukları, Depresyon, Bipolar Bozukluklar ve Şizofreni yeterince tedavi edilemediği zaman daha çok işlev ve işgücü kaybı ve ailesel sorunlara yol açmakta, hastalığının yaygınlığının ve tedavi maliyetlerinin artmasına katkıda bulunmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün geleceğe yönelik öngörülerine göre; 2020’de depresyon, kadınlar ve gelişmekte olan toplumlarda başta gelen yeti yitimine yol açan hastalık olacaktır. Ayrıca 2020’de tütün kullanımına bağlı hastalıklardan kaynaklanan yeti yitiminin de öne geçeceği öngörülmektedir.
Ruh sağlığı sorunu olanlar tedaviye başvurmaktan kaçınmaktadır. Ruhsal sorunu olanların toplumdan dışlanmadığı bir tarihsel geçmişimiz olduğu halde, günümüzde kentleşme ve nüfus artışı gibi nedenlerle günümüzde ruhsal sorunu olanların damgalanması ve dışlanması da toplumsal boyutta soruna yol açmaktadır. Damgalama ve dışlama bir yandan ruh sağlığı sorunu olanların tedavi başvurusundan kaçınmasına yol açmakta, öte yandan da ruh sağlığı sorunlarının çözümüne ilişkin hiçbir geliştirme çalışması yapılmaması sonucunu vermektedir.
Ülkemizde ruh sağlığı hizmetleri yetersizdir. Ülkemiz Ruh Sağlığı hizmetlerine ayrılmış yatak sayısı bakımından Avrupa ülkelerinin çok gerisindedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre ülkemizdeki ruh sağlığı yatağı, olması gerekenin onda biridir (7 bin/70 bin).
Ülkemizde yüz bin kişiye düşen ruh sağlığı uzmanı sayısı yaklaşık 1,7’dır. Halen uzmanlık eğitimi almakta olan asistan hekimleri de eklediğinizde bu sayı “iki”nin biraz üzerine çıkmaktadır. Bu, Dünya ortalamasının yarısı, Avrupa ortalamasının ise ancak 1/6’sıdır. Çocuk ruh hekimlerinin oranı ise bir milyon nüfusa 2 düşecek kadar azdır. Aynı şekilde ruh sağlığı hemşiresi, sosyal hizmet uzmanı, psikolog vb. diğer ruh sağlığı çalışanları sayısı da oldukça düşüktür.
Ruh sağlığı politikalarını çağdaş bir tıp ve sağlık anlayışı çerçevesinde yeniden biçimlemek ve uygun yasal düzenlemeleri yapmak önemlidir. Ülkemizin bir “ruh sağlığı yasasına” acilen gereksinimi vardır. Derneğimizin büyük bir özen ve özveriyle hazırladığı üzerine tartışılabilecek bir ruh sağlığı yasa tasarısı da vardır. Hazırlanan yasa taslağı Aralık 2006 ‘da TBMM gündemine getirilmiş olmasına karşın hiçbir değişiklik olmamıştır. Biz bu yasa taslağının acilen meclisin gündemine gelmesini ve yasalaşmasını istiyoruz. Yeni anayasa çalışmalarında bu konunun da gündemde olmasını ve gözetilmesini istiyoruz.
Toplum genel olarak ruh sağlığının önemi, ruh sağlığı ile ilgili kavramları ve ruh sağlığı hizmetini nasıl alabilecekleri yönünde yeterli bilgiye sahip değildir. Mesleki rollerde karışıklık vardır. Ruh Sağlığı yasasının ve ilişkili yasal düzenlemelerin olmaması ruh sağlığı alanında çalışanların görev tanımlarının yapılmasını olanaksız kılmaktadır. Herhangi bir bilimsel ve yasal dayanağı olmayan eğitimlerden çıkan ve büyük çoğunluğu hekim, psikiyatr olmayan bazı kişiler, halkın ruhsal sorunlarının tedavisinde umut tacirliği yapmakta, ciddi etik ihlallere, hatalı tıbbi sonuçlara yol açmakta, bireylere zarar verebilmektedir. Bu konuda kapsamlı çalışmalar yapmak gerektiği açıktır.
Hem dünyanın hem de ülkelerin önceliklerini belirlemesi ve gündemlerine taşıması gereklidir. Küresel ölçekte ruh sağlığına öncelik vermek, ruh sağlığını geliştirmek, ruh sağlığı hizmetlerini yaygınlaştırmak, ulaşılabilir kılmak, sağlıklı bir gelecek için gereken öncelikli süreçlerdir. Yöneticisinden toplumun tüm bireylerine her ülke insanının bu bilince erişmesi ana hedeflerimizden biri olmalıdır. Bu sorunların aşılması kamusal nitelikli, eşit, ücretsiz, ulaşılabilir ve kapsayıcı bir ruh sağlığı hizmet sisteminin yaşama geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Sağlığı geliştirmeyi, hastalıkları önlemeyi, tedaviyi, rehabilitasyonu, bakımı ve iyileşmeyi kapsayan bütünlüklü ve etkili bir ruh sağlığı sistemine ihtiyacımız var.
Tüm gerçeklikler yalnızca 10 ekimlerde değil, hayatın her bir gününde psikiyatrinin gündeminde ruh sağlığına öncelik vermeyi, ruh sağlığını bozan ekonomik, sosyal ve siyasal konuları ele almayı gerektirmektedir.
Türkiye Psikiyatri Derneği olarak:
Yoksulluğa karşı mücadelede tüm toplumu ve özellikle riskli grupları kapsayan etkin devlet politikaları geliştirilmesi gerektiğini, gelir dağılımı eşitsizliklerinin giderilmesi için her aşamada etkin çalışmalar yürütülme düşünüyoruz.
Toplumda gelir dağılımı açısından eşitsiz gruplarda (kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler) pozitif ayrımcılık yapılmalı, yoksullara ve gelir dağılımı açısından eşitsiz gruplara iş istihdamında öncelik tanınmalıdır
Ruhsal hastalıkları olan kişilere karşı damgalanmayı engelleyecek ruh sağlığı politikaları hayata geçirilmeli, Ruhsal hastalığı olan kişilere pozitif ayrımcılık sağlayacak her alanda kamusal politikalar geliştirilmelidir.
Ruh Sağlığı Yasası’nın en kısa zamanda çıkarılması ve ilişkili yasal mevzuatın düzenlenmesi için TBMM’ni ve ilişkili tüm kurumları yeniden göreve ve sorumluluk almaya çağırıyoruz.
Temel ruh sağlığı sorunlarının çözülmesi ve bir insan hakkı olarak ruh sağlığının geliştirilmesi için ruh sağlığına ayrılan kaynağın artırılmasını talep ediyoruz.
Ruh sağlığı alanında var olan personel eksikliğinin giderilmesini, hekim, hemşire, psikolog, sosyal hizmet uzmanı ve diğer yardımcı sağlık çalışanı sayısının ve niteliğinin artırılmasını istiyoruz.
Genel hastanelerde psikiyatri yatak sayısının artırılmasını, gündüz hastaneleri ve ayaktan tedavi birimlerinin sayısının ve niteliğinin artırılmasını istiyoruz
Ruhsal hastalıklar henüz ortaya çıkmadan önleyen, risk etkenlerini ortadan kaldıran ya da bu etkenlerle karşılaşmayı engelleyen, koruyucu ve önleyici çalışmaları destekleyen bir yaklaşımın yaygınlaştırılmasını, koruyucu ruh sağlığı ve ruhsal destek birimlerinin kurulmasını talep ediyoruz.
Tüm bu düzenlemelerin devletin asli sorumluluğu olarak kabul edilmesi, hükümetlerin öncelikli konusu olması gerektiğini düşünüyor, kamusal bir sağlık sistemi anlayışı içinde çözülebileceğine inandığımızı vurgulamak istiyoruz.
Ülkemizin bir “Ruh Sağlığı Yasası”na Herkes için, ulaşılabilir, yaygın ruh sağlığı hizmetine ihtiyacı var. Ruh ve beden sağlığı bir bütündür
Yrd. Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi Dr. Halis Ulaş Doç. Dr. Burhanettin Kaya
Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu adına