Barışı Beklerken

psikiyatri.org.tr /

 

TPD BASIN AÇIKLAMASI

 

BARIŞI BEKLERKEN

 

                  Otuz yıldır süren bir toplumsal çılgınlıktı savaş. Toplum olarak çok şey kaybettik bu otuz yılda. Pek çok kuşak savaşa doğdu, barışı hiç tanımadan savaşta büyüdü. Savaş ilk başladığında yani 30 yıl önce ölen öldürenlerin daha düne kadar çocukları hatta torunları ölüp öldürüyorlardı. Savaş tüm toplumsal değerlerimizi alt üst etti, çünkü her kültürün lanetlediği öldürmek, yakmak, yok etmek, “etkisiz hale getirmek”, içinde yaşadığımız savaş kültüründe en azından “düşman” olarak tanımladıklarımız için meşru hatta kahramanca görüldü. Binlerce genç, ülkenin savaş alanı ilan edilen yerlerinde insan öldürünce katil değil, kahraman olunan bir çılgınlığa ortak edildi. Fakat dünyanın savaşan başka toplumlarında da olduğu gibi, “düşman” ilan edilenlere, ötekilere şiddet uygulamanın kabul edilebilir olması, savaş alanlarıyla sınırlı kalmadı. Evlere, okullara, sokaklara, stadyumlara, karakollara, hapishanelere hatta hastanelere savaşın şiddeti bulaştı. Savaş ve şiddet, “öteki”ni bize benzetmek veya teslim almanın, yenmenin, toplumsal onay gören meşru yolu olunca, gündelik hayatımıza da savaş, şiddet kültürü hâkim oldu, toplum olarak şiddet ile ilişkimiz bozuldu.

            Savaş sürerken, savaşanların neleri kaybettiklerini, kaybettiklerinin anlamını kavrayabilmeleri olanaksızdır. Savaş, durup kendine ötekine dışarıdan bakmayı imkânsız kılar. Savaşçıların dünyası, çeşitliliğini, renklerini yitirmiş, 'biz ve düşman ötekiler’den kurulu bölünmüş bir dünyadır. Ötekinde düşman değil, kendisine benzer bir insan görmek, savaşçıların savaşma arzularını ellerinden alır. Bu nedenle savaşlar, bölünerek bizden ayrılan, değersizleştirilerek, tüm kötülüklerin boca edildiği ötekiler kurarak sürdürülebilir. Türkiye toplumu, onlarca yıldır ikiye bölünmüş toplumsal ve duygusal dünyasını, birleştirmek için 2013 baharında önemli bir adım attı. Toplum olarak, 30 yıl sonra ilk kez, derin bir soluk alıp, öfke ve yok etme duygularımızı denetleyerek, savaşı, savaşanları, bizim ve ötekilerin neler yitirdiklerini anlamaya çalışabileceğiz. Bu anlama, anlamlandırma çabası, örselenmelerimiz, kayıplarımız, yaralarımızı, birbirimize gösterip acılarımızı anlatmayla, yani bugünde geçmişi hatırlamayla ilgili olduğu için, aynı zamanda bir toplumsal yas veya bellek çalışması olacak.

            Benzer süreçlerin yaşandığı ülkelerdeki deneyimler göstermiştir ki, toplumun her kesimi, özellikle de kirli savaşın birinci dereceden mağdurları, bu savaşta neler kaybettikleriyle yüzleşip hesaplaşmadan, bir başka deyişle “toplumsal yas” / “toplumsal bellek çalışması” tamamlanmadan gerçek bir toplumsal uzlaşma veya barışı kurmak olanaksız olmaktadır.

Ağır toplumsal travmaların yaşandığı toplumlarda, geçmişin düşmanlıkları körükleyen etkilerinden kurtulmak, geçmişe sünger çekip “bağışlayarak” veya “helalleşerek” değil, savaşın, şiddetin olmadığı güvenli, demokratik bir ortamda, geçmişi hatırlayarak yani toplumsal bellek çalışmasıyla mümkün olmaktadır.  Bu anlamda “silahların susup fikirlerin konuşacağı” bir ortam,  yıllarca bastırılmış, yasaklanmış toplumsal yas veya bellek çalışmamıza başlayabilmemiz için gereken güvenli ortama kavuşmamız anlamına gelmektedir.

            Toplumsal bellek çalışmasının, düşünce ve ifade özgürlüğünü, bilgiye ulaşabilme olanaklarını, geçmişi, tarihi özgürce araştırabilmeyi, tüm arşivlere ulaşabilmeyi yani demokratik bir ortamı ve siyasal özgürlükleri gerektirdiğini vurgulamak gerekir. Bu nedenle ülkemizin savaşın travmatik etkilerini onarabilmesi için ihtiyacı olan “toplumsal yas” veya bellek çalışması ancak güvenli, özgür, demokratik, evrensel insan haklarına saygılı bir ortamda başlanıp tamamlanabilir. Çünkü yas, travmatik hakikatin ortaya çıkarılmasını, hakikatle toplumsal yüzleşmeyi, hesaplaşmayı ve belki de bağışlamayı veya siyasetçilerin deyişiyle “helalleşmeyi” kapsar. Hakikatten korkulan veya güç sahiplerinin tüm “öteki”lere kendi hakikatlerini dayattığı antidemokratik ortamlarda, bir toplumsal hakikat arayışı veya bellek çalışması olan toplumsal yas işine başlayıp bitirebilmek olanaksızdır.    

            Güvenli bir toplumsal ortamda geçmişi hatırlamak, travmatik geçmişle yüzleşmek, geçmişi unutmaya çalışmak veya ondan kaçınmanın tam tersidir. Geçmişin ürkütücü hakikatleriyle yüzleşmek, geçmişin toplumsal enerjimizi soğuran örseleyici anılarını belleğimizden kazıp çıkarmak ve ortak toplumsal hakikatimiz olarak kabul etmektir. Yüzleşmek, mağdurların mağduriyetinin topluma ilanıdır. Bir başka deyişle hakikatleri ortaya çıkarıp “evet bunlar yaşanmıştır” denilmesidir. Yaşanan acıların ortaya çıkarılıp kabulü, mağdurların yalnızlıklarını, ötekiler tarafından anlaşılmama duygularını hafifletir. Ancak toplumun özellikle mağdurların adalet arayışları, talepleri, yalnızca geçmişin acı veren hakikatleriyle yüzleşmekle karşılanamaz. Yüzleştiğimiz bu hakikatlerle ne kadar örseleyici olurlarsa olsunlar, toplumsal olarak hesaplaşmamız da gerekir. Hesaplaşmak, tüm toplumsal kesimlerin çektikleri acılar, uğradıkları haksızlıklar için özür dilenmesi beklentilerinden, suçluların bulunup cezalandırılması yani adalet taleplerine uzanır. Adil ve onarıcı olan bir yüzleşme-hesaplaşma sürecinden sonra mağdurlar, belki failleri bağışlayabilirler, yani toplumun suçluluklarını ortaya koyduğu, toplum adına cezalandırdığı ve mağdurlara cezalandırma hakkını tanıdığı faillerle “helalleşebilirler”.

            Kitlesel travmaların yaşandığı ülkelerde aranan toplumsal “uzlaşma” saldırganla mağdurun uzlaşması, “helalleşmesi” olarak anlaşılmamalıdır. Buradaki uzlaşma, toplumun önemli ve etkin bir kesiminin, doğrudan ve toplumsal kurumlar (parlamento, hukuk sistemi, yargı, siyasal iktidar, siyaset vb.) aracılığıyla mağdurun acısını tanıyarak ona iyi tanıklıklarını sunmalarıdır. Bu aynı zamanda, mağdurların acı ve çaresizlikleri karşısında iyi tanıklık yapamamış geniş toplumsal kesimler adına bir özür dilemedir. Toplumsal kimlikleri nedeniyle kitlesel olarak travmaya uğramış mağdurlar, toplumun veya ötekilerin, iyi/iyileştirici tanıklıkları üzerinden öncelikle kendi kimlikleriyle uzlaşırlar ve travmanın yol açtığı içe kapanmadan, ötekilerle uzlaşarak veya ötekilere “açılarak” kurtulurlar. Şiddetli toplumsal travmaların yaşandığı ancak bu travmatik olaylarla yüzleşme hesaplaşma işi yapılamadığı için, bu olayların mağduru olan toplulukların kendi içlerine kapanıp, toplumsal bellekten ayrı yalıtılmış “topluluk bellekleri” oluşturdukları bir ülkede yaşıyoruz. Travmatik anılar üzerine inşa edilen bu kapalı, yalıtılmış grup kimlikleri, farklı travmalar ve hassasiyetler üzerine örülmüş öteki kimliklerden yalıtılıp, uzaklaşarak içlerine kapandılar. Öteki’ni bizim acımızın faili olarak kurduğumuz bir toplumda, hele geçmişi hala kanayan yaralarla dolu bir toplumda, bir arada yaşamanın ilk adımı, öteki’ni bizim acımızın “yeterince iyi” tanığı olarak kurabilmek olmalıdır. Bu tanıklıktır ki “ötekindeki biz”, “bizdeki öteki”ni bir başka deyişle saf mutlak kimlikler yerine, kendinde ötekini, ötekinde kendini bulan “karma kimlikleri” mümkün kılar. Özellikle karşılıklı milliyetçiliklerin keskinleştirdiği “biz ve ötekiler” bölünmüşlüğünden, geçişlilik gösteren “karma kimlikler”e geçiş, ancak toplumsal dokumuzu oluşturan farklı toplulukların geçmişte yaşanan travmatik olaylarda kaybettiklerinin yasını, kamusal alanda ötekilerle birlikte tutabilmesiyle mümkündür.

 

            Bağışlamak, “helalleşmek”, mağduru, faille zihinsel uğraşısından, bugünü ve geleceği yitirip, geçmişe saplanıp kalmasından kurtararak özgürleştirir. Travmatik geçmişe ve saldırganın imgesine saplanıp kalan mağdur, bağışlayarak, zamanın tekrar ileriye doğru akışını başlatır. Mağdur, geçmiş olamayan geçmişten kurtulmuştur. Travmanın denetlenemeyen imgeleri gider, gelecek hayalleri geri gelir. Mağdur ortak toplumsal bellek kayıtlarına referanslarla kendi öyküsünü özgürce kamusal alanda yazma inisiyatifini kazanır, kısaca gelecek geri gelir. Bu süreci, yasın hatırlama ve yüzleşme-hesaplaşma aşamasından kaçmak için sığınılan, bastırma niteliğindeki bağışlamalardan ayırmak gerekir. Koşulları yerine getirilmiş bir bağışlama sürecinde mağdurun kararı ne olursa olsun, bağışlamak veya bağışlamamak seçenekleri arasında bir tercih yapma hakkının toplum tarafından mağdura verilmesi bile, iyileştirici bir etkiye sahiptir.

Silahların susmasıyla başlayıp hızlanacağına inandığımız toplumsal bellek çalışması, toplumsal barış beklentilerimizi arttırmış, bizleri ülkemizin geleceği açısından umutlandırmıştır.

Savaş çılgınlığının açtığı ruhsal yaraları, mesleğimiz gereği çok yakından tanıyan biz ruh hekimleri, savaşın ve onun dehşet veren anılarının hatırlanıp, anlamlandırılıp, toplumsal belleğimize uygun şekilde gömülmesi sürecinde elimizden geleni yapmaya hazırız.

Özlemle barışı bekliyoruz.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği adına

Prof.Dr.Cem Kaptanoğlu

Prof.Dr.Tunç Alkın