TPD 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü Basın Açıklaması

psikiyatri.org.tr /

 TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ

10 EKİM 2012 DÜNYA RUH SAĞLIĞI GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI

 

DEPRESYON: KÜRESEL BİR KRİZ

 

1948 yılında kurulan Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu 1992’den bu yana her yıl o döneme damgasını vuran bir ana tema üzerinde durarak dikkatleri ruh sağlığı sorunlarına çekiyor. Bu yılın teması yalnızca depresyon değil. Küresel bir kriz olarak depresyon. Federasyon, dünya ölçeğindedepresyonun giderek yaygınlaştığınaküresel bir kriz olarak tanımlanabilecek bir soruna dönüştüğüne vurgu yapıyor. Anımsanırsa 1990 yılında DSÖ tarafından yapılan geleceğe dönük değerlendirmelerde2020 yılında depresyonun en yaygın görülen ikinci hastalık olacağı öngörülüyordu. Yapılan hastalık yükü araştırmalarında da depresyon en üst sıradaydı. Bu öngörüyü destekleyen en önemli veri yine DSÖ ‘nün 2004 yılında depresyonun en yaygın görülen üçüncü hastalık olduğunu açıklamasıydı. Yeniöngörüler 2030 yılında depresyonun en yaygın görülen hastalıklar sırasında birinci sıraya yükseleceği yönünde… Bu açıklama depresyonun, kederli, karamsar, yaşamın anlamsız olduğu, gelecek duygusunun kalmadığı, mutsuz, enerjisiz ve yorgun bir geleceğe vurgu yapıyor. Burada yeni sorular sormamız gerekiyor. Hangi etkenlerin (biyolojik, fiziksel toplumsal, kültürel ve ekonomik) ve süreçlerin ürünü olacak bu gelecek? Bu sonuç salt biyolojik etkenlerle açıklanabilir mi?  Nasıl önleyeceğiz?  Bu aşamada açıkçası yalnızca psikiyatrik değil ekonomik ve politik bir tartışmaya ihtiyaç var. Bu öngörü şunu gösteriyor. Ülke yöneticilerinin umut veren açıklamalarının aksine dünyada egemen olan hiçbir yönetim, ekonomi, politik tercih, toplumsal proje, iktidar biçimi, hepsinin özeti dünyayı saran neo-liberal politikalarla ifade bulan kapitalizm umut vermiyor, vermeyecekgörünüyor. Doğayı, toplumu ve insanı değiştiren tüm eylemleriyle, etkinlikleri dünyayı karamsar bir geleceğe götürüyor. Her geçen gün boyutları daha da büyüyen, genişleyen ve yaygınlaşan ekonomik değişiklikler ve krizler, yoksulluk, işsizlik, savaş, şiddet, artan kayıplar vs. her biri ve hep birlikte yaşamı anlamsızlaştırıyor, mutsuz kılıyor, kederi baskın duygumuz yapıyor. Depresyonu üretiyor, onu bir küresel soruna dönüştürmeye başlıyor.

Depresyon (çökkünlük) aslında bir ruh (duygu, düşünce ve davranış) halini tanımlayan sözcüktür. Ancak aynı zamanda psikiyatrik bir bozukluğu (hastalığı) tanımlamak amacıyla da kullanıldığından gündelik kullanımda giderek bir hastalık adı halini almıştır. Bir kişi için ‘depresyonda’ denildiğinde, bir çeşit ruhsal çökkünlük halinde olduğu anlaşılmaktadır. Gündelik yaşamda herkes zaman zaman kendini moralsiz, üzgün, mutsuz hatta karamsar hissedebilir. Depresyon hastalığının gündelik olağan moral bozukluğu, karamsarlık ve çökkünlükten en önemli farkı kişinin yaşadığı sorunların günlerce sürmesi ve her gün bu sorunları gün boyu yaşayabilmesidir. Depresyon, depresif duygudurum yanında yaşamdan zevk almama, ilgi ve istek kaybı, enerji azlığı, suçluluk ve değersizlik duyguları, düşük benlik değeri, uyku ve iştah bozukluğu ve dikkat dağınıklığı ile kendini gösteren, sıklıkla anksiyete belirtilerinin eşlik ettiği bir hastalıktır. Duygusal olarak üzgün, mutsuz, kederli hissetmek, düşünsel durumuyla ilgili ümitsizlik, çaresizlik ve karamsarlık içinde olmak, kendini bu durum içinde yetersiz ve değersiz olarak algılamak ve hatta intiharı çözüm olarak görmek, davranış olarak kendini toplumdan soyutlamak, içine kapanmak, giderek durgunlaşmak, hiçbir şeyden zevk alamamak ve isteksizlik göstermek, bedensel olarak uyku ve iştahın bozulması depresyon veya çökkünlük hastalığının belirtileridir. Gündelik olaylar mutlaka insanların ruh halini olumsuz etkilemektedir. Toplumsal yaşamda hüzün, mutsuzluk, keyifsizlik, keder, acı, isteksizlik, ilgisizlik sık karşılaşılan olağan duygulardır. Bu nedenle tüm gündelik duyguları veya gelip geçici umutsuzluk hallerini depresyon olarak anlamak hatalı bir yaklaşımdır.

Depresyon, yaygınlığındaki artışın ötesinde, bireyleri çeşitli düzeylerde etkileyen, yaşam kalitelerini bozan, çalışma verimliliğini azaltan, üretici niteliklerinin ortadan kaldıran bir hastalıkolarak ta öne çıkıyor. Depresyon toplumda yaygın olarak görülen birçok fiziksel hastalığa da eşlikediyor ve onları klinik gidişini de etkiliyor. Ruh Sağlığı Federasyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde son yıllara damgasını vuran ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik artışı, güvencesiz çalışma ve benzeri süreçlerin depresyon yaygınlığını artıran en temel faktörler olduğunu altını çiziyor. Bu veriler çerçevesinde 2012 Dünya Ruh Sağlığı gününde hem hükümetlerin, ülke yöneticilerinin hem de tüm toplumun giderek yaygınlığı artan, bireyler dışında ailelerini ve çocuklarını etkileyen depresyona yönelik kapsamlı bir mücadele yapılması gerektiğini ifade ediyor.   

Depresyonun yaygınlığı

Depresyon önemli bir toplum sağlığı sorunudur. Neredeyse her on erkekten ve her beş kadından birisi yaşam boyu hastalanma riskine sahiptir. Depresyon kadınlarda 35-45, erkeklerde ise 35-50 yaşları arasında daha sık görülmektedir. Başlangıç yaşı olarak ortalama 30 civarındadır. Bu çerçevede düşünülürse, bireyin en üretken çağında başlayan, üretkenliğini ve yaşam kalitesini önemli ölçüde azaltan bir hastalıktır. Günümüzde tüm dünyada en 350 milyon kişinin depresyondan etkilendiğini kabul ediliyor. Çeşitli ülkelerde yapılan araştırmalarda depresyon yaygınlığı %3-17arasında değişmektedir. Birçok ülkede bu oran %8-12 arasındadır. 1998 yılından Sağlık Bakanlığı tarafından birinci basamakta elde edilen verilerle yapılan “Türkiye Ruh Sağlığı Profili” araştırmasında depresyon yaygınlığı kadınlarda % 5.4, erkeklerde % 2.3, tüm nüfusta % 4.0 olarak bulunmuştur. 17 ülkeyi kapsayan araştırmada depreyonun genellikle genç yaşlarda başlayan, etkilenen nüfusun işlevselliğini azaltan, yineleyici nitelikte bir hastalık olduğu saptanmıştır. Bu nedenle depresyonun dünya ölçeğinde yeti yitimi oluşumunda önde gelir ve kayıp yaşam yıllarının sorumlusudur.

Depresyon süreğenleşme ve yineleme riski taşıyan, bunun yanında intihar riskinin yüksek olduğu bir hastalıktır. Her yıl yaklaşık bir milyon kişi intihar sonucu yaşamını yitirmektedir. Bu her gün 3000 kişinin intihar sonucu öldüğü anlamına gelir. DSÖ’nün 2012 verilerine göre her bir tamamlanmış intihara karşın 20 intihar girişimi olmaktadır.

Depresyon kadınlarda erkeklerden 2 kat daha fazla görülmektedir. Hem kadınlarda hem de erkeklerde yeti yitimine yol açmaktadır. DSÖ verilerine göre kadınlarda yeti yitimi erkeklere göre %50 daha fazla gelişmektedir. Kadınlarda hangi gelir grubundan olurlarsa olsunlar depresyonyaygınlığı farklılık göstermemektedir.

Depresyondaki en önemli verilerden birisi depresyon olgularının %25’inden daha azının etkili tedaviye ulaşabiliyor olmasıdır. DSÖ verilerine göre tedaviye ulaşamayan depresyon olgularının oranı % 50 olarak belirtilmiştir. Depresyon tedavi ile düzelen ve olumsuz sonuçları önlenebilen bir hastalıktır. Tedavi olamamaları daha çok sağlık hizmetine ulaşmamaları ya da yanlış adrese yönelmeleri ile açıklanabilir. Depresyonda kullanılan ilaçların bağımlılık yaptığına ilişkin bir bilgi yoktur. Fakat halk arasında ilaçların bağımlılık yaptığına dair yanlış bilgiler ilaç uyumunu olumsuz yönde etkilemektedir. Kimi zaman hemen her ilaçta görülebilen ve zamanla kaybolan yan etkiler bağımlılık göstergesi olarak algılanmakta ve ilaç tedavisi bırakılmaktadır. Bunun yanında ilaçlar aniolarak bırakıldığında ortaya çıkabilen kesilme belirtileri de bu düşünceyi beslemektedir. çokdüşmektedir.

Depresyon mutlaka psikiyatri hekimleri tarafından etkili biçimde tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Oysa, pek çok hasta tedavi olanaklarından yoksun kalmaktadır. Bu nedenle depresyon doğru tanınmalı ve doğru kişilerce tedavi edilmelidir.

Antidepresan ilaç tedavilerinin etki göstermedikleri ve işe yaramadıkları yönünde bir tartışma sürekli vardır. Ancak çalışmalar göstermektedir ki, depresyon hastalık düzeyinde bulunduğunda antidepresanlar çok başarılı sonuç vermektedirler. Ama depresyon bir hastalık değil de, gündelik moral bozukluğu düzeyindeyse antidepresanlar işe yaramamaktadır. Yani depresyon hastalığında mutlaka bir etkili tedavi yapmak gerekirken, sadece moral bozukluğu veya yaşadığı olaylara bağlı üzüntü veya mutsuzluk yaşayan bir kişi hastaymış gibi tedavi edilmemelidir. Bunun ayrımını da psikiyatri hekimleri yapabilmektedir. Antidepresan ilaçlar bir hastalığı tedavi etmede kullanılan bir grup ilaçtır. Hiçbir zaman bir moral dopingi, mutluluk ilacı, uyuşturarak dertleri unutturan bir madde veya alışkanlık yapan bir ilaç değildir. Tedavide kullanılan ve beynin çalışmasında düzenlemeler yapan kimyasal maddelerdir. Antidepresan ilaçlar depresyon hastalığında başarıyla kullanılmakta ve %80’lere varan yüz güldürücü sonuçlar alınmaktadır.

Antidepresan tedavilerin yanında hastalara psikoterapiler uygulanmaktadır. Bu tedaviler çeşitli kuramlara dayanan ve yıllar içinde bilgi birikimiyle temelleri oturtulmuş yöntemlerdir. Bu tedaviler insanın ruhsal çatışmalarını çözmeye yarayan psikoanalitik yönelimli tedaviler ile bilişsel-davranışçı terapi adı verilen insanın düşünce yapısındaki olumsuz düşünce kalıplarını ve davranış kalıplarını işlevsel olanlar ile değiştirmeye yarayan tedavileri ya da kişiler arası ilişkileri düzelterek depresyon belirtilerinin ortadan kaldırılması amaçlayan tedavileri içerirBunlar dışındaki kuramlara dayanmayan, hastaya akıl öğretme veya yaşamına çeki düzen verme biçimindeki uğraşları tedavi edici girişimler veya psikoterapiler diye kabul etmek doğru değildir. Ülkemizde ruhsal hastalığı olan birçokkişinin yetkin bir psikoterapi eğitimi olmayan ve hali hazırdaki yasal mevzuata göre tek başına hasta tedavi etme yetisi bulunmayan kişilere, yaşam koçlarına başvurması önemli bir sorundur. Ruhsal sorunları olan kişiler psikiyatristlere ve yetkin klinik psikologlara başvurmalıdır. Sağlık Bakanlığının 2011 yılı verilerine göre Ülkemizde psikiyatri uzman sayısı 1625dir. Yüz bin kişiye yaklaşık iki psikiyatr düşmektedir. Aynı düşüklük ruh sağlığı alanında çalışan diğer meslek grupları için de geçerlidir.

Sağlıkta dönüşüm ile birlikte hekimin yaptığı işin niteliğinden çok baktığı hasta sayısını dikkate alan, psikoterapi hizmetlerini kısıtlı şekilde ücretlendiren, hekimlerin aylık kazandığı ücretlerinin çoğunu emekliliklerine yansıyacak maaşlarından değil de ürettikleri hizmetlerin hastaneye kazandırdığı para üzerinden hesaplanmasına yol açan performansa dayalı ödeme sistemleri; kaliteliruh sağlığı hizmeti verilmesini engellemektedirDSÖ ruh sağlığı sorunlarını çözmek için birinci basamak sağlık sistemine ağırlık vermesini ısrarla tüm ülkelere önermektedir. Bu birinci basamağın güçlendirilmesi, ekip anlayışı ve nüfusa odaklı bir biçimde yaşama geçirilmesi ve bunun bir kamu etkinliği olarak yürütülmesini zorunlu kılmaktadır. Birinci basamakta sık görülen hastalıkların tedavisi ve psikoterapisine yönelik çalışmalar yürütülmesi gerekmektedir. Günümüzün kamu gibi görünen ama özü itibariyle özel hekimlik uygulaması olan, bir hekim ve bir aile sağlık elemanından oluşan bir ekiple onca sorun arasında ruhsal sorunlarla ilgili bir mesleki faaliyet yürüteceğini düşünmek gerçekçi değildir. Çözüm yolu olarak tanımlananın ve 2011 de açıklanan Ruh Sağlığı eylem planında yer alan Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri de eylem planında öngörülen biçimiyle bile yaşama geçirilmiş değildir. Öncelikli olarak bu sağlık politikalarını köklü bir değişime gereksinimi olduğunu düşünüyoruz. Sağlık Bakanlığıtemel ruh sağlığı sorunlarının çözümünde meslek örgütleri ile ortak çalışma ve işbirliği yapma, onların açıklamaları ve eleştirilerine kulak verme yönündeki çabasını artırmalıdır.

Depresyon ve ekonomik kriz

Yapılan araştırmalar ekonomik krizlerin depresyon yaygınlığını artırdığını göstermiştir. Ekonomik krizler ruhsal krizleri, psikopatoloji krizlerini doğurmaktadır. Ekonomik krizin yarattığı en önemli sonuçlar alım gücünün kaybı, gelir düşüklüğü, işsizlik ve yoksulluktur. Giderek yoksullaşan bireyler giderek artan ölçüde sosyal risklere de maruz kalmaya başlamaktadırlarKrizler sadece işsiz kalanları değil, ailelerini, çocuklarını, ebeveyn ve çocuk ilişkisini, çocukların bilişsel, duygusal ve fiziksel gelişimini etkilemektedirler.

İşsizlik ve onun aile üzerindeki etkileri çeşitli ruhsal belirtiler ve ruhsal bozukluklara yol açmaktadır.  Depresyon intihar girişimleri yanında madde kullanım bozuklarına da yol açmaktadır.  Özellikle intihar ile işsizlik arasında güçlü bir ilişki vardır. İşsizlik oranında %1’lik bir artış intihar riskinde %0.79 oranında artışa yol açmaktadır.

Borçlanma aynı şekilde ruhsal bozuklukların gelişimliden önemli bir risk faktörüdür.  1990 Asya krizi, 2008 ABD krizi ve diğer tüm kriz dönemleri intihar girişimlerinin ve tamamlanmış intihar sayısının artmasıyla sonuçlanmıştır. 2008 yılında Hindistan’da çok fazla borcu bulunan 22.000 tarım işçisi intiharla yaşamını sonlandırmıştır. İşsizlik ve borçlanma bireyin kendisinden başkasına zarar verme, öldürme (homisid) ve hırçınlık gibi suç davranışlarını ikiye katlamıştır. Ülkemizde de yaşanan 2001 ve 2008 krizlerinde benzeri sonuçlar ortaya çıkmıştır. Yeni krizlerin kapıda olduğu bir tarihsel evrede bu konunun gündeme alınması son derece önemlidir.

Sonuç olarak, depresyonla mücadele etmek yalnızca psikiyatrik bir uygulama, bir tedavi sorunu, ya da koruyucu psikiyatri uygulamalarına öncelik vermek değildir. Öncelikle depresyonu bir küresel gerçekliğe, bir krize dönüştüren ekonomi-politik, siyasal, toplumsal, kültürel etkenleri ortadan kaldırmak, bunun ardından kamusal bir hizmet olarak koruyucu ruh sağlığı bakışını ve psikiyatri uygulamasını yaşama geçirmek amaçlanmalıdır. Bu süreçte başta ülke yöneticileri olmak üzere ilgili tüm kurum ve kuruluşlar, meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri, bunun yanında tüm emek verenleri ile “psikiyatri” bu sorumluluğu hissetmelidir.  

 

Prof. Dr. Tunç Alkın

Türkiye Psikiyatri Derneği genel Başkanı

Türkiye Psikiyatri Derneği Adına